Pazar, Mart 6

Katre-i Matem Kitap Yorumu


                               



   İskender Pala kitaplarını okumayı seven biri olarak okuduğum son kitabı hakkında görüşlerimi sizlerle paylaşmak isterim.Yıllardır kütüphanemde duran bu kitabı yaklaşık iki hafta önce elime almak ve bitirmek nasip oldu.519 sayfa olan bu kitap ön ve arka kapağında bulunan resimler ve yazılarla Osmanlı döneminde geçen bir kitap olduğunu anlatıyor.Kitap yazarın bir müzayededen aldığı el yazması Osmanlıca olan kitabı çevirerek bu kitap halini almasını anlatmasıyla başlıyor.Hikaye 1700'lü yıllarda Lale devrinde geçen bir cinayetin çözümünü ve bunun beraberinde getirdiği olayları anlatıyor.
   Kitapta Lale Devrinin ihtişamlı güzelliği,Nedim'in müthiş şiirleri,İstanbul'un ayrıntılı bir şekilde tasviri o anı yaşıyormuşasına anlatılmış.
   Kitap diğer İskender Pala kitapları gibi önce kopuk kopuk anlatılan hikayelerin giderek birleşmesi üzerine kurgulanmış.İşte bu özellik kitabı çok ilgi çekici hale getirmiş.
   Kitabın dili oldukça ağır olduğunu söleyenlere katılmıyorum.Bana göre son derece sürekleyici ve etkileyiciydi.
   Osmanlı devrinde laleye verilen değeri kitaptan bir alıntı yaparak anlatalım:

   Lale!..İstanbul'da söylenen en zarif kelimedir...Nisan ve mayıs aylarını süsleyen bir sehl-i mümteni...Bir yaratılış şahikası,bir güzellik masalıdır.
   Lale bir ilham;güzellik uğuldar renklerinde,sevgiler coşar yapraklarında.Lale bir güzel bahçe,şevk ile yürünür tarhlarında ve şavklar saçılır altı yöne altı yaprağından.Lale hasbi bir tebessüm,kalbi bir yakınlık...Lale bir aşkın adı;bir derin hüzün buketi...Lale ile acı gerçekler mutlu düşlere,paslı demirler parlak gümüşlere,yavuz bakışlar tatlı gülüşlere döner birden;lale ile uğruna can verilecek bir sevgili yaşar içimde.Lale başıma taç ve ben ona muhtaç.İstanbul toprağına düşmeyince bir lale renge durmaz yaprağı,gülümsemez çiçeği.Bakir kaselerinde demlenmiş düşler getirir lale hayatımıza ve yaşama sevinci vurur kalplerimizin duvarlarına...

   Son olarak kitabın en ilginç yanı ise hikayenin gerçek olup olmadığı belli değil okuyucuya bırakılmış.
   Kitabı okumanızı tavsiye ederim.

Cumartesi, Mart 5

TEVHİD Nedir?



Tevhid;

Tevhid, Allah subhanehu ve teâlâ’nın kullarından istediği en büyük emir…

Tevhid, yaratıcının kullarından istediği pak inanış, Allah subhanehu ve teâlâ’yı ibadetlerle birlemenin adı…

Tevhid, Âlemlerin Rabbinin razı olacağı gibi inanmanın ve şirksiz yaşamanın adı…

Tevhid, ilk peygamberden sonuncusuna kadar tüm tevhid elçilerinin davet ettiği ortak inanış ve bu inanışın hayata yansıması…



Arapça “vahhade” fiilinden türeyen tevhid; sözlükte, ‘birlemek, tek kılmak’ anlamına gelir. Terim olarak ise; Allah’u Teâlâ’yı (zâtında, rububiyetinde, ulûhiyetinde, isim, sıfat ve fiillerinde tek kabul ederek) ibadetle birlemeyi ifade eder.

Ayrıca tevhid, içerisine şu manaları da ihtiva eder:

Tevhid; Allah’u Teâlâ’nın isim ve sıfatları konusunda şirk’i reddetmektir.

Tevhid; Allah’u Teâlâ’nın kullarına emredip, kullarından istediği Müslüman’ın pak inanıştır.

Tevhid; Âlemlerin tek rabbi olan Allah’u Teâlâ tarafından gönderilen inanç ve ilahi dinin adıdır.

Tevhid; Allah’u Teâlâ’nın eşi, benzeri, dengi, misli, ortağı olmadığına iman etmektir.

Tevhid; yaratan, yaşatan ve yöneten olarak yalnızca Allah’ı kabul edip, başkalarını kabul etmemektir.

Tevhid, Yaratan’ın sıfatlarını yaratıklara, yaratıkların sıfatlarını Yaratan’a vermeyi yasaklayan inançtır.

Tevhid; Allah’u Teâlâ’nın kemal sıfatlara sahip olduğuna ve bütün noksan sıfatlardan ve mahlûkata benzemekten uzak olduğuna inanmaktır.

Tevhid; bir olanı birlemek ve onu her türlü şirkten tenzih etmektir.

Tevhid; Allah’u Teâlâ’nın tüm ibadeti hak eden olduğunu kabul etmek ve tüm ibadetleri O’na yapıp, O’ndan başkasına yapmamaktır.

Tevhid; Allah’u Teâlâ’nın hak ilah olduğunu kabul edip, insanların kafalarındaki ve yaşantılarındaki tüm batıl ilahları red etmektir.

Tevhid; Allah’u Teâlâ’nın varlığını kabul etmek değildir; Allah’u Teâlâ’yı şirksiz kabul etmektir.

Tevhid; tüm peygamberlerin ortak inancı ve ortak dini olup, kavimlerine yaptıkları davetin adıdır.

Tevhid; “la ilahe” ile red ettiren, “illallah” ile de kabul ettiren inanç sistemidir.

Tevhid; inancı, ameli ve ahlaki ihtiva eden ilahi çağrıdır.

Tevhid; tevhidi dünya görüşü ve yaşayışını birlikte getiren inanç sistemidir.

Tevhid; Allah’u Teâlâ’ya isyan eden tüm tuğyan ehli mahlûkatı; şeytanı ve şeytanlaşan tüm tağutları reddetmektir.

Tevhid; Allah’u Teâlâ’nın tüm hükümlerini kabul etmek, ona ve onun hükümlerine alternatif olarak sunulan beşeri sistemleri ve hükümlerini red etmektir.

Tevhid, Müslüman’ın inancıdır. Ya da diğer bir ifade ile ancak tevhid inancının sahipleri Müslümandırlar.


Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir husus;tevhid inancının hayata yansımasının gerekliliğidir. Tüm peygamberler tevhid dininin tevhid elçileri olarak tevhid dinine çağrılarını yapmışlardır. Tevhidi daveti yaparlarken de tevhide muhalif şirk unsurlarına da savaş açmışlardır. İbrahim aleyhisselam’ı düşündüğümüzde elinde balta ile bir tevhid eylemini gerçekleştirdiğini görürüz. O müşrik kavmini tevhide çağırdığı gibi şirkle mücadelesini eyleme de dökmüştür. Ki Efendimiz aleyhisselam’da ve sahabelerinde de biz bunun örneklerini görmekteyiz. Tüm tevhid önderleri ve takipçileri, tevhidin gerekliliklerini hayatlarında göstermişlerdir. Tevhid davetini kabul edenler putlardan ve putçu sistemden, putperest kültür ve yasalardan uzaklaşmışlar, tevhidin ayrıştırıcı yönü hayata yansımıştır. Bu davet kıyamete dek devam edecek bir davettir. Bu daveti kabul edenler, tevhidin akidevi boyutunu öğrendikleri gibi ameli boyutunu öğrenip, davetin gereklerini hayatlarında yaşamalıdırlar.

Rabbim öğrenip, yaşamayı kolaylaştırsın. Allahûmme âmin.

Cuma, Mart 4

Necip Fazıl Gençliğe Hitabe


                               



Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik...

"Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!" şuurunda bir gençlik...

Devlet ve milletinin büyük çapa ermiş yedi asırlık hayatında ilk ikibuçuk asrını aşk, vecd, fetih ve hakimiyetle süsleyici; üç asrını kaba softa ve ham yobaz elinde kenetleyici; son bir asrını Allahın, Kur'ân'ında "belhüm adal" dediği hayvandan aşağı taklitçilere kaptırıcı; en son yarım asrını da İşgâl ordularının bile yapamayacağı bir cinayetle, Türkü madde plânında kurtardıktan sonra ruh plânında helâk edici tam dört devre bulunduğunu gören... Bu devreleri, yükseltici aşk, çürütücü taklitçilik ve öldürücü küfür diye yaftalayan ve şimdi, evet şimdi... Beşinci devrenin kapısı önündedimdik bekleyen bir gençlik...

Gökleri çökertecek ve yeni kurbağa diliyle bütün "dikey"leri "yatay" hale getirecek bir nida kopararak "mukaddes emaneti ne yaptınız?" diye meydan yerine çıkacağı günü kollayan bir gençlik...

Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, öcünün dâvacısı bir gençlik...

Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında "Hakimiyet Hakkındır" düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bulan bir gençlik...

Emekçiye "Benim sana acıdığım ve yardımcı olduğum kadar sen kendine acıyamaz ve yardıcı olamzsın! Ama sen de, zulüm gördüğün iddiasıyla, kendi kendine hakkı ezmekte ve en zalim patronlardan daha zalim istismarcılara yakanı kaptırmakta başı boş bırakılamazsın!" ; Kapitaliste ise "Allah buyruğunu ve Resûl emrini kalbinin ve kasanın kapısına kazımadıkça serbest nefes bile alamazsın!" ihtarını edecek... Kökü ezelde ve dalı ebedde bir sistemin, aşkına, vecdine, diyalektiğine, estetiğine, irfanına, idrâkine sahip bir gençlik...

Bir buçuk asırdır yanıp kavrulan ve bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranını yenemeyen ve kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığını, Türk'ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezheb, ortada ne kadar hastalık varsa tedavisinin ve ne kadar cennet hayâli varsa hakikatinin İslâmda olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslâm âlemine ve bütün insanlığa numunelik teşkil edecek bir gençlik...

"Kim var?" diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan fert fert "ben varım!" cevabını verici, her ferdi "benim olmadığım yerde kimse yoktur!" duygusuna sahip bir dâva ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik...

Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta, ak sütün içindeki ak kılı farkedecek kadar gözü keskin bir gençlik...

Bugün komik üniversitesi, hokkabaz profesörü, yalancı ders kitabı, çıkartma kâğıdı şehri, muzahrafat kanalı sokağı, fuhş albümü gazetesi, şaşkına dörmüş ailesi ailesi, ve daha nesi ve nesi, hâsılı, güya kendisini yetiştirecek bütün cemiyet müesseselerinden aldığı zehirli tesiri üzerinden silkip atabilecek, kendi öz talim ve terbiyesine, telkin ve temmişesine memur vasıtalara kadar nefsini koruyabilecek, tek başına onlara karşı durabilecekdestanlık bir meydan savaşı içinde ve çetinler çetini bu işin destanlık savaşını kazanabilecek bir gençlik...

Annesi, babası, ninesi ve dedesi de içinde olsa, gelmiş ve geçmiş bütün eski nesillerden hiçbirini beğenmeyen, onlara "siz güneşi ceketinizin astarı içinde kaybetmiş marka müslümanlarısınız! Gerçek müslüman olsaydınız bu hallerden hiçbiri başınıza gelmezdi!" diyecek ve gerçek müslümanlığın "ne idüğü"nü ve "nasıl"ını gösterecek bir gençlik...

Tek cümleyle, Allahın, kâinatı yüzü suyu hürmetine yarattığı Sevgilisinin alemleri manto gibi bürüyen eteğine tutunacak, O'ndan başka hiçbir tutamak, dayanak, sığınak, sarınak tanımayacak ve O'nun düşmanlarını ancak kubur farelerine denk muameleye lâyık görecek bir gençlik...

Bu gençliği karşımda görüyorum. Maya tutması için otuz küsur yıldır, devrimbaz kodomanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında, uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allaha hamd etme makamındayım.

Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim manevî babanın tabutunu musalla taşına, Anadolu kıtası büyüklüğündeki dâva taşını da gediğine koymandır!

Surda bir gedik açtık; mukaddes mi mukaddes!
Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!...

Allahın selâmı üzerine olsun...

--Necip Fazıl KISAKÜREK--

Peygamberlerin Duası




Peygamberlerin hayatı bütünüyle duadır. Hz. Adem’den, Hz. Muhammed’e kadar bütün peygamberler yüzlerini ve gönüllerini hep Mevla’nın rızası istikametine çevirmişler, hep ondan güç almışlardır.

Hz. Adem ve Hz. Havva Rablerine şöyle yalvarmışlardı: “Rabbimiz! Biz kendi kendimize zulmetmişiz, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan kesinlikle kaybedenlerden oluruz.”(A’râf, 23)

Hz. Nuh Rabbine şöyle seslendi: “Ben artık bittim şimdi Sena artık yardım et.” (Kamer, 10)

Hz. İbrahim demişti: “Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara tapmaktan uzak tut.”(İbrahim, 35)


Hz. Musa dedi ki: “Rabbim! Gönlüme ferahlık ver, işimi bana kolaylaştır. Dilimdeki tutukluğu çöz ki sözümü anlasınlar.” (Tâhâ- 25-28).

Eyyüb’u da hatırla. Hani o, Rabbine: Şüphesiz ben derde düştüm. Sen ise merhametlilerin en merhametlisisin diye niyaz etmişti.” (Enbiya, 83)
Zekeriya’yı da hatırla. Hani o, Rabbine: Rabbim! Beni tek başına bırakma. Sen varislerin en hayırlısısın diye dua etmişti.”(Enbiya, 89)

Lût: Rabbim! Şu bozguncu kavme karşı bana yardım et, dedi.”(Ankebut, 30)


Süleyman: “Ey Rabbim! Beni, bana ve ana babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve razı olacağı salih ameller işlemeye sevket ve rahmetinle Salih kulların arasına kat, dedi.”(Neml, 19)


Zünnûn (Yûnus) karanlıklar içinde: senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni noksanlıklardan tenzih ederim. Ben gerçekten nefsine zulmedenlerden oldum, diye dua etti.”(Enbiya, 87)


Hz. Muhammed’in (sav) dualarını burada sayıp dökmek mümkün değildir. Zira onun hayatı baştan sonda duadır. Yatağa uzandığında, eve girerken, evden çıkarken, elbise giyerken, hayvana binerken, çarşıya giderken, yerken, içerken, tuvalete girip çıkarken vs. Onun hayatında duasız bir an yoktur.


Mescid-i Nebevî'ye Hizmet Âşığı Sultan Abdülmecid Han



İslâm tarihi boyunca Haremeyn'i himaye eden devletlerin hükümdarları tarafından pek çok hizmet ortaya konuldu; ama hiçbiri Osmanlı sultanlarının Mekke ve Medine'ye yaptıkları hizmetlerin seviyesine ulaşamadı. Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) nurlu beldesi Medine'ye hizmet hususunda öne çıkan padişahların başında Sultan 2. Mahmud'un büyük oğlu Sultan Abdülmecid Han geliyordu. Osmanlılar devrinde Mescid-i Nebevî'deki en kapsamlı genişletme faaliyetleri bu padişah zamanında gerekleştirildi.

Saltanat yıllarında Medine'de yaptırdığı imar hizmetleriyle dikkat çeken Sultan Abdülmecid, Medine Şeyhü'l-Haremi Davut Paşa'nın, "Mescid-i Nebevî'nin büyük bir imara ihtiyacı olduğu" yönündeki mektubundan sonra, o tarihe kadar yapılan en kapsamlı çalışmaların başlatılması için emir verdi. Mimar Abdülhalim Efendi'nin başında bulunduğu inşa heyeti 1850 Ağustos'unda işe başladı. Fakat onun aynı yıl hac mevsiminde Mekke'de vefat etmesi üzerine, yerine Mehmed Raif Paşa tayin edildi. 11 yıl süren ve 1861'de tamamlanan çalışmalar neticesinde Mescid-i Nebevî tamamen yenilendi. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından "Cennet bahçelerinden biri" olarak tavsif buyrulan "Ravza-i Mutahhara"nın ve "Kubbetü'l-Hadra"nın (Yeşil Kubbe) mevcut hâlinin muhafazası ve mescidin özel durumundan dolayı plân Sultan Abdülmecid'in hayal ettiği gibi uygulanamadı. Oysa o, Mescid-i Nebevî'nin tıpkı İstanbul'daki selâtin camileri gibi, dört sütun üzerine tek kubbeli bir mimariye kavuşmasını arzu etmişti.

Mescid-i Nebevî yeni baştan yapılırken Allah Resulü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamberliği zamanında, vahyin en çok geldiği mekânlardan biri olan Ravza-i Mutahhara'da, İslâm'ın ilk yıllarından hatıralar taşıyan sütunların üzerine adları yazıldı. Ayrıca Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Mescid-i Nebevî ile ilgili hadîs-i şerîfleri yazılıp, bu sütunların diğerlerinden farklı olduğu vurgulandı. Yapılan çalışmaların neticesinde sütun sayısı 327'yi bulan Mescid-i Nebevî, 11 bin m2'lik büyüklüğe ulaştı. Birbirine kirişlerle bağlanan sütunların baş kısımları altınla süslendi. Revakların sayısı arttı ve zemin mermerle kaplandı.

Diğer yandan Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) gece namazlarını eda ettiği yerde bulunan "Teheccüd Mihrabı" ile "Babü's-Selâm, Babü'r-Rahme, Babü'l-Mecidi, Babü'n-Nisa ve Babü'l-Cibril" kapıları yenilendi. Mescid-i Nebevî'nin kuzeybatısında "Mecidiye", güneybatısında "Babü's-Selâm", batısında "Babü'r-Rahme" adıyla anılan minareler yapıldı. Memluklar devrinde yapılan Reisiyye minaresi dışında kalan bu minareler, tamamen Osmanlı mimarisini yansıtıyordu. Mescid-i Nebevî'de yapılan tadilat sırasında Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir (ra) ve Hazreti Ömer (ra) ile birlikte medfun bulundukları türbeleri de tamir edildi. Bu sırada kabr-i şerîflerinin bulunduğu türbenin temelinden mübarek bir su çıkmış ve Medineliler bu güzel sudan dört gün istifade etmişlerdi. Ancak, "Efendimize saygısızlık olur." düşüncesiyle suyun üzeri kapatıldı. Bunun öncesinde padişaha gönderilmek üzere son defa meşin bir keseye bu sudan dolduruldu. Yine Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek kabir topraklarından bir miktar toprak küçük cam bir kavanoza konulup Hilâfet merkezi İstanbul'a gönderildi. Bütün bunlar Topkapı Sarayı'ndaki Mukaddes Emanetler arasında yerini alarak günümüze kadar muhafaza edildi.

Osmanlılar zamanında Mescid-i Nebevî'nin tefrişine de özel bir önem verildi. Önceleri Hint seccadelerinin yaygın olduğu mescide Uşak, Gördes ve Hereke işi dokumalar konuldu. Sultan Abdülmecid devrinde yapılan kapsamlı imar faaliyetinin ardından İstanbul'dan seccade gönderilmeye başlandı. 2. Abdülhamid'in saltanat yıllarında (1901) dokunan 27 parça özel halı, Kral Abdülaziz devrine (1950'li yıllara) kadar kullanıldı. Mescidin aydınlatılmasında altın ve gümüşten yapılan kandil ve buhurdanlıklar uzun zaman kullanıldı. Aydınlatmada elektrik kullanımına ilk defa 1908'de başlandı.

Sultan Abdülmecid devrindeki çalışmalarda harcanan para 700 bin mecidiyeyi buldu. Peygamber âşığı Abdülmecid Han, çok arzu ettiği hâlde bizzat Medine'ye kadar gidip vesile olduğu hizmetleri göremedi. Genç Osmanlı sultanının Mübarek Beldelere duyduğu hasreti gidermek ve gönlünde yanan ateşi az da olsa hafifletmek gayesiyle Medine'de Mescid-i Nebevî'nin bir maketi hazırlandı. Bu maket o kadar gerçekçi yapılmıştı ki, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kabr-i Şerifi'nin kubbesi çıkarılınca binası, o da çıkarılınca mübarek sandukaları görülebiliyordu. İstanbul'a gönderilen bu emsalsiz hediye padişaha takdim edildi. Hediyenin mânevî değeri karşısında çok mutlu olan ve memnuniyetini dile getiren Sultan Abdülmecid, Haremeyn'e gidememenin özlemini Mescid-i Nebevî'nin maketini öpüp koklayarak gidermeye ve yüreğindeki Medine hasretini hafifletmeye çalışıyordu. Topkapı Sarayı, Mukaddes Emanetler Dairesi'nde muhafaza edilen bu maket günümüze kadar ulaştı.

Mescid-i Nebevî'de yapılan çalışmalarda Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve ashab-ı kiram efendilerimize ait hatıralara saygıda en ufak bir kusur gösterilmiyordu. Ustalar ve işçiler her gün gusül abdesti alarak işlerine başlıyor; ihlâs ve samimiyetle tekbirler, selât-ü selâmlar getirerek ve dua ederek çalışıyorlardı. Kullandıkları eşyalara ve malzemelere, dünyevî isimler hâricinde dinî kavramları tedai ettiren farklı isimler koyuyor ve bu vesileyle mümkün mertebe dünya kelâmı konuşmuyorlardı. O tarihlerde yapılan imar faaliyetlerinden bugüne orijinal olarak halen üzeri büyük şemsiyelerle kapatılan iç avlu ile 86 metre uzunluğundaki kıble duvarı arasında kalan ve Ravza-i Mutahhara'yı da içine alan bölüm kaldı. İç avludan kıble istikametine bakıldığında, mescidin Sultan Abdülmecid zamanında inşa edilen kısımlarını, sütunları ve tuğraları hâlâ görmek mümkündür. Ravza-i Mutahhara ve Kubbetü'l-Hadra'nın içeriden en güzel görüldüğü yer olan bu avluya o zamanlar bir de havuz tasarlanmıştı. Ama sonradan bundan vazgeçildi. Medine'de Osmanlılar zamanında şehri muhafaza ile vazifeli askerî birliklerin sancaklarına nişan takma merasimi Mescid-i Nebevî'nin iç avlusunda, Hazreti Peygamber'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Kabr-i Şerif'lerinin huzurunda yapılıyordu. Kabri örten Kubbetü'l-Hadra'nın altında, dikdörtgen şeklindeki bir levhaya da şu hâdis-i şerif meali yazılmıştı: "Benim şu mescidimde kılınan namaz, Mescid-i Haram hâriç, diğer mescidlerde kılınan namazlardan bin kat daha faziletlidir."

Osmanlı zamanında Mescid-i Nebevî'yi ziyaret eden Müslümanlar evvelâ Ravza-i Mutahhara'da namaz kılıyor; sonra kemal-i edep ve hassasiyet içinde Kâinatın Efendisi'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ebû Bekir'in (ra) ve Hazreti Ömer'in (ra) kabirlerini ziyaret ediyorlardı. Muvacehe-i Şerif'te dua edip hallerini arz eden müminler, Resulüllah Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) kabri başında âdeta pervane oluyor ve gözyaşları içinde şefaat talebinde bulunuyorlardı. Yatsı namazını müteakip vazifeli memurlar Mescid-i Nebevî'nin içerisinde dolaşarak içeride kimsenin kalmadığına emin olduktan sonra kapıları kapatıyor ve başlarında bulunan "bina emini" ile birlikte Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) selât-ü selâm getiriyorlardı.

Gönlü peygamber sevgisi ile dolu Abdülmecid Han, Mescid-i Nebevî'nin inşa çalışmalarının devam ettiği günlerde İstanbul'da bir hat yarışması tertip ettirdi. Onun gayesi, Peygamber Mescidi'nin en güzel hat yazılarıyla donatılmasını sağlamaktı. Düzenlenen hat yarışmasında birinciliği kazanan Abdullah Zühdü Efendi Medine'ye geldi ve üç yıl büyük bir aşkla çalışarak Mescid-i Nebevî'nin kubbe kasnaklarını, duvarlarını, kapılarını, mihrap ve sütunlarını bir kuşak hâlinde celî sülüs hatla âyetler, hadîsler, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek isim ve sıfatları ile tezyin etti. Hattat Abdullah Zühdü Efendi çalışması sırasında Mescid-i Nebevî'nin Hazreti Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) zamanındaki bölümünün tezyinatına ayrı bir önem verdi. Bu mekânın sınırları sütun başlarındaki yazılarda belirtildi. Kıble duvarı ile doğu ve batı taraflarındaki duvarlara da celî sülüs yazılar işlendi. Bu kısımdaki kubbelerin içine binlerce gül çizildi. Çünkü Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) remzi ‘gül'dü.

Netice itibariyle denilebilir ki; İslâm tarihinin Asr-ı Saadet'ten sonraki en ihtişamlı devirleri Osmanlılar zamanında yaşandı. İ'lâ-yı kelimetullah mülâhazasını esas alarak fetih ve gazâ siyaseti takip eden Osmanlı'yı, bu hedeflerinde motive eden unsurların başında Kur'ân ve Peygamber yolunda hizmet düşüncesi geliyordu. Bu manâda kendilerini sahabe mesleğini icra eden, "Nâm-ı Celil-i Muhammedî"yi cihana duyurmayı hedefleyen gönüllüler olarak görüyor; bu uğurda maddî ve mânevî hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyorlardı. Başta padişahlar olmak üzere, Osmanlı hanedanında ve Müslüman halkta Kur'ân'a, Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve mukaddes değerlere karşı her dâim muazzam bir saygı vardı. Bu değerleri temsil eden ve Allah Resûlü'ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) duyduğu hürmeti, muhabbeti her fırsatta ifade eden ve bunu fiilen gösteren Sultan Abdülmecid, 1861'de 39 yaşında veremden hayatını kaybetti. Büyük dedelerinden Hâdimül'l-Haremeyn Yavuz Sultan Selim'in türbesinin yanına defnedilen Abdülmecid Han, Peygamber âşığı ve Hicaz'a hizmet götürme sevdasını iliklerine kadar hisseden bir Osmanlı sultanı olarak tarihe geçmiştir.

                 
  HIRKA-İ ŞERİF CAMİİ 


Sultan Abdülmecid Han'ın, peygamber sevgisini yansıtan önemli hizmetlerinden biri de Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ait mübarek hırkanın muhafazası ve ziyaret edilmesi için payitahtta yaptırdığı cami oldu. İstanbul'da Peygamberimiz'e ait iki hırkadan biri, Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Yemenli Üveys el-Karanî'ye hediye ettiği hırka idi. Hırka-i Şerif 1611'de, ailenin o tarihteki reisi Şükrullah Üveysî tarafından Sultan 1. Ahmed'in fermanı gereğince İstanbul'a getirilmişti. Pek çok ilim ve din adamı çıkaran Üveysî ailesinin Fatih'te bir evde ikamet etmeye başlamasıyla İstanbul halkı tarafından hırka ziyaret edilmeye başlanmıştı. Sultan Abdülmecid Han, bu mukaddes emanetin şanına lâyık bir cami yaptırmaya karar verdi. Dört yıl süren çalışmalar sonunda 1851'de caminin inşası tamamlandı. Bulunduğu semte adını veren Hırka-i Şerif Camii'nde Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek emanetinin muhafazasına ve ziyaretine mahsus birimlerin yanında hünkâr mahfili ve geniş kapsamlı bir hünkâr kasrı yer aldı. Caminin çevresine Üveysî ailesinin en yaşlı ferdi (reisi) için bir meşruta, vekil dairesi, Hırka-i Şerif'i korumakla görevli bir bölük jandarma için kışla ve vazifeli memurlar için çeşitli odalar inşa edildi. Caminin kubbe ve duvarları devrin meşhur hattatlarından Mustafa İzzet Efendi tarafından fevkalâde nefis yazılarla süslendi. Hırka-i Şerif Camiî'ndeki Hünkâr Kasrı'nın duvarında eski İstanbul müftülerinden merhum Şeref Güzelyazıcı'ya ait şu levha bilhassa dikkati çekmektedir:

"Ziyâret kılsın ümmetler, ridâ-i can behâdır bu,
Cenâb-ı Üveys'e ihsân atây-ı Mustafâ'dır bu.
Eşiğinde şeref, rûy-i siyâhın sür niyâz eyle,
Makâm-ı Hırka-i pâk-i Habîb-i Kibriyâ'dır bu." 


Murat DUMAN